Daily Sabah, 9 April 2014
The most important consequence of the 2014 elections is the increase in votes for both the AK Party and BDP. This may raise hopes for the continuation of the reconciliation process.
Devamını okuyunDaily Sabah, 9 April 2014
The most important consequence of the 2014 elections is the increase in votes for both the AK Party and BDP. This may raise hopes for the continuation of the reconciliation process.
Devamını okuyunBaskın Oran’ın editörlüğünü yaptığı Türk Dış Politikası adlı iki ciltlik edisyon kitabın ikinci cildinde ismi geçen bir rapor. Kitaba göre, rapor Türkiye’deki İslamcı hareketlerin (Refah Partisi ve Gülen Cemaati) Amerika’nın çıkarına zarar verici olmadığı ve ılımlı İslamcılarla ilişki kurulması gerektiğini savunuyor [1]. Konuyla ilgili Milliyet gazetesi de Mart 1990’da Nur Batur ve Nilüfer Yalçın imzalı bir yazı dizisi hazırlamış. “1980’lerde İslamcı şahlanış”, “ANAP’tan cesaret alan İslamcılar” gibi alt başlıkları var. Ama dikkat çekici olan yazı dizisinin ilkinde atılan başlık “İslam’ın iktidarı mümkün değil”[2], ikinci yazıda da atılan başlık dikkat çekici, “İslamcı demokrasiye karşı” [3]
Devamını okuyunAşağıda Zana Baykal’ın “Türkiye Dış Politikası: İlkeler, Aktörler, Uygulamalar” [İstanbul: Etkileşim Yayınları, 2013] başlıklı kitabım için yazdığı İngilizce kitap eleştirisini okuyabilirsiniz.
The literature on Turkey’s foreign policy has been growing in recent years. However, most such studies deal with recent developments and are therefore agenda-dependent studies. This is partly because of the changeable nature of Turkey’s foreign policy over the last decade, with its many striking but contradictory moves, which has rendered it quite attractive to researchers.
Devamını okuyunİkinci Dünya Savaşı sırasında Batı medyası Türkiye’ye ilişkin çok sayıda karikatür ve fotoğraf yayımladı. Edward Said’i haklı çıkarırcasına, bu karikatürlerde Batı için Türkiye’nin ne olduğunun bir önemi yoktu, Türkiye’ye ilişkin eldeki kodlamalar tasvirlerin nasıl olması gerektiğini belirleyen şeydi. Said’in cümleleriyle tekrarlarsak, Şarkiyatçılık, “‘Şark’ gibi gerçek bir şeyi dışarıda tutması, lüzumsuz kılması, onun yerine geçmesi sayesinde varlık kazanır” (Şarkitaçılık, sayfa. 31). Dolayısıyla, Şarkiyatçı tasvir Şark’ın birebir temsili değil, Şarkiyatçı’nın Şark üzerine kondurduğu kurgu olup çıkmıştır.
Yıl 1941. Türkiye’de Harem kurumu ortadan kalkalı yıllar geçmiştir. Fakat Batılı bir gazete Türkiye-Almanya ilişkilerine dair çizdiği bir karikatürde bu kurumu Cumhuriyet Türkiye’si ile özdeşleştirmeye devam etmektedir. Von Papen, İsmet İnönü’yü Almanya’nın yanında savaşa girmesi doğrultusunda ikna etmek amacıyla ona bir hediye getirir. Hediye “Kadın”dır. Artı Kadın “Alman nüfuzunu” temsil etmektedir. Fakat daha çarpıcı olan ayrıntı Kadının hemen saçlarının ucuna iliştirilen etikette mevcuttur: “Harem için Zoraki bir Hediye”.
Devamını okuyunaljazeera.com.tr, 29 Oca 2014
Dış politika dışarıya yönelik bir siyasi performans değildir. Aksine öznelliklerimizi birebir ilgilendiren öznellik kurucu politik bir faaliyettir. Diğer bir ifadeyle öznelliğimizin çıktısı olduğu kadar öznellik kurucu bir yönü de vardır ve bu yön dış politika analizlerinde çoğunlukla ıskalanan bir boyut olmuştur. Bu kısa kuramsal varsayımlardan sonra şöyle bir hipotez ileri sürüyorum. Gülen Cemaati ve AK Parti’nin farklı dış politik tercihleri her iki hareket için öznelliklerinin bir uzantısı olduğu kadar, söz konusu tercihler bu hareketleri kuran, hatta daha da önemlisi bu hareketlerin birbirlerini yeniden tanımlamasına imkân sağlayan söylemsel ve pratik zemini teşkil etmektedir. Bu hipotez iki sorunun cevaplandırılmasını kaçınılmaz kılıyor. Gülen Cemaati ve AK Parti’nin farklılaşan dış politik tercihleri nerelerde yuvalanıyor? Bu farklılaşan politik tercihler hangi aşamalardan geçerek taraflar için katı birer gerçekliğe dönüştüler?
Devamını okuyunZaman, 15 Aralık 2013
20 Kasım 2013’te Sakarya Üniversitesi’nde “Kriz Kritik Konferansları” bağlamında geçtiğimiz yaz aylarında yaşanan Gezi olaylarını tartıştık.
Türkiye’nin önde gelen sosyal bilimcilerinin bir araya geldiği ve kalabalık bir katılıma sahne olan konferans boyunca en dikkat çeken şey, ne dinleyicilerin ne de konuşmacıların yaşananlara dair sorularının olmamasıydı. Diğer bir ifadeyle, büyük bir söz alma yarışına sahne olan konferans boyunca konuşmacılara yöneltilen Gezi’ye ilişkin sorular yok denecek kadar azdı. Neden böyle olduğuna dair bütün yazı boyunca iddia edeceğim şeyi hemen söyleyeyim; politik yakıcılığını olanca yoğunluğuyla hissettiğimiz bir konunun tartışılması tam da öznelliklerimiz o konu tarafından yeniden kurulduğu için sorudan ziyade yorumlar etrafında döner.
Yukarıdaki olgu önemlidir ve daha detaylı bir analizi hak ediyor. Konferans boyunca gözlemleme imkânına sahip olduğum bir başka şey yani Gezi’yi adlandırma konusunda yaşanan çeşitlilik, konuyu anlama noktasında önemli bir başlangıç noktası teşkil ediyor. ‘Gezi kalkışması’, ‘Gezi direnişi’, ‘Gezi protestosu’, ‘Gezi darbesi’, ‘Gezi devrimi’, ‘Gezi isyanı’ gibi çeşitli adlandırmalar, konuşmacılar arasında olduğu gibi dinleyiciler arasında da özenle ve bilinçli olarak seçilen farklı adlandırmalardı. Hemen söyleyeyim; ben bu adlandırmalar yerine ‘Gezi olayı’ demeyi tercih ediyorum. Bunun en önemli nedeni, olayın (event) sonradan tanımlanmaya açık “boş bir şey” imkânı sunmasıdır. Diğer bir ifadeyle, diğer adlandırmalara kıyasla ‘Gezi olayı’ kavramı bunun sonradan yeniden tanımlamaya açık bir şey olduğunu bize söylediği için değerlidir ve üzerinde durulmayı hak ediyor.
Devamını okuyunBizim Sakarya, 12 kasım 2007
Modernleşme ile hemhal olan bir toplumun sinema dünyasında dikkate alacağı, üzerinde düşüneceği en önemli yönetmenlerden biri tartışmasız Japon Yönetmen Akira Kurosawa’dır. Kurosawa 1910’da dünyaya geldiğinde Japonya’da Meiji iktidarı hüküm sürüyordu ve söz konusu yıllar modernleşme sürecinin en hızlı yaşandığı dönemlerdi. Bu süreç Türkiye’de olduğu gibi Japonya’da da önemli bir tartışmayı beraberinde getirmiş, modernleşmenin Batılılaşmaya yol açıp açmadığı diğer bir ifadeyle Japon kimliğini yıpratıp yıpratmadığı ülkede en fazla tartışılan konu haline gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı öncesinde ülkedeki rüzgâr kısa bir süreliğine tersine dönmüş ve yoğun milliyetçiliğin ve Batı karşıtlığının hâkim olduğu bu dönemin ardından işgal yıllarında Japonya tekrar modernleşme sürecine girmişti. Kısacası, Kurosawa Japonya’nın modernleşme sürecinin en sancılı yaşandığı dönemlere tanık olmuş, dolayısıyla da ileride çekeceği filmlerine bu yıllar önemli bir etkide bulunmuştur.
Devamını okuyunBizim Sakarya, 6 Kasım 2007
20. yüzyılın belki de en önemli düşünürü olan Michel Foucault’nun eserlerinin neredeyse tamamı Türkçeye çevrilmiş durumda. Temel metinlerin bir çoğunu Mehmet Ali Kılıçbay çevirdi. Bu metinlerden birine yazdığı önsözde “dilsiz bir toplumun diline çevirmeye kalkışmak” gibi bir işe giriştiğini belirterek hitap ettiği kitleye satır arası “hakaret” etse de, kendisi yaptığı “karın ağrısı” çevirilerle Foucault’un Türkiye’de anlaşılmama nedenlerinin başında gelir.
Devamını okuyunAşağıdaki yazı Haziran 2010’da Türkiye-İsrail ilişkileri konusunda yapılan karalamalardan oluşmaktadır.
1990’larda büyük ölçüde hükümetlerin kontrolünden çıkıp asker ve bürokrasinin bir stratejisine dönüşen ilişkiler AKP dönemiyle birlikte sivil/politik alanın bir stratejisine dönüşmüştür. Bu yazıda söz konusu argümanı temel alarak 1990’larda çok iyi düzeyde olan Türkiye-İsrail ilişkilerin nasıl olup ta 2000’li yıllarda hızlı bir şekilde kötüye gittiğini açıklamaya çalışacağım. Bu bağlamda kullanacağım temel kavram olan “güvenlikleştirme” (securitization) ifadesini kısaca açıklamakta fayda var. Güvenlikleştirme, basitçe, güvenlik adına olağan üstü önlemleri almayı mümkün kılan aşırı bir politikleştirme biçimidir. Yani bir olguyu bir güvenlik meselesine dönüştürerek o bağlamda uygulanacak politikanın meşru bir zemine oturtulması diğer bir ifadeyle normalleştirilmesidir.
Devamını okuyunAvrupa Birliği konusunda son yıllarda yapılan çalışmalar, AB’nin ötekisi olarak kendi geçmişini aldığını ve bu nedenle yeni AB kimliğinin ötekisinin zamansal olarak eski Avrupa olduğu tezini işliyorlar. Örneğin Ole Weaver bugünkü Avrupa’nın ötekisinin “hiçbir zaman geleceği olmasına izin vermeyeceği kendi geçmişi olduğunu” savunmaktadır. Egemenlik temelli ulus-devlet Avrupası bugünün ulus-üstü ve sınırları tartışmaya açan Avrupası’nın ötekisini temsil etmektedir. Bu iddia, uzun süreden beri ileri sürülen AB’nin ötekisini mekânsal olarak kurduğu ve tam da bu nedenle Türkiye ve Rusya’nın mekânsal/kültürel bir ötekini temsil ettikleri tezine bir itiraz olarak okunabilir. Dolayısıyla, “zamansal öteki” olarak adlandırabileceğimiz bu yeni iddia AB ve söz konusu iki ülke arasındaki sınırın AB’nin kurucu Ötekisi olarak tanımlanmasını alt üst eden bir özelliğe sahiptir.
Devamını okuyunBizim Sakarya, 11 Ekim 2007
Nedenleri bir tarafa, toplum olarak kitaplara yönelik mesafeliliğimiz herkesin malumu. Böyle bir ortamda “iki kez okuma” denen külfetli eylemden bahsetmenin geneli ilgilendirmediği de açık. Dolayısıyla hemen belirtmeliyim ki, bu yazı kitap okumaya belli bir değer atfeden küçük bir kesime hitap ediyor. Kitapların evlerine gazetelerin promosyonları sayesinde girdiği ve vitrinlerinde süs olarak işlev gördüğü bir kesime değil. Hatta mesleği gereği kitaba para veren fakat okumaya bir türlü sırası gelmeyenlere de hitap etmiyor.
Devamını okuyunToday’s Zaman, 17 November 2013
In June 2008, European social democrats coming together in Athens invited the Justice and Development Party (AK Party) to become a member of the Socialist International (SI), the world’s umbrella organization of socialist and labor parties.
In response, Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan asked them to first expel the Republican People’s Party (CHP). This exchange came after European socialists had accused the CHP of pursuing a tutelage democracy in Turkey and claiming that the CHP does not have a “socialist agenda” at all.
Five years later, the CHP hosted an SI meeting in İstanbul on Nov. 11-12, 2013. In this meeting, many criticisms were levied against the AK Party, especially over its so-called undemocratic way of handling the Gezi protests in the summer of 2013. What does this striking transformation say to us about power relations in Turkey?
Devamını okuyun