Beni Takip Edin !

12
Kasım
2013

Taraf, 25 Mart 2012

Türkiye’de 1931 tarihli Matbuat Kanunu’nun 38. Maddesi “intihar vakalarını mahallinin en büyük zabıta memurundan mezuniyet almaksızın neşretmeyi” yasaklamıştı…

Türkiye’de 1931 tarihli Matbuat Kanunu’nun 38. Maddesi “intihar vakalarını mahallinin en büyük zabıta memurundan mezuniyet almaksızın neşretmeyi” yasaklamıştı. Haberin yapılması konusunda izin alınsa dahi, haberin “neşri halinde intihar edenlerin ve intihara teşebbüs eyleyenlerin resimlerinin” basılması kesin bir şekilde sınırlandırılıyordu. Bu kanuna aykırı davrananlar ise aynı maddeye göre, “bir haftadan bir seneye kadar hapis ve yirmi beş liradan iki yüz liraya kadar para cezasına mahkûm” edildikleri gibi, hükümet tarafından teklif edilen ve 23. Madde olarak geçen maddenin önceki halinde “intihara teşebbüs edenlerin isimlerinin” dahi basılması yasaklanmıştı.

Matbuat Kanunu’nda 1938 yılında yapılan kapsamlı düzenlemeden intihar haberlerinin neşrine ilişkin madde de nasibini almış, ilk önemli değişiklik izin alınması gereken kurum noktasında olmuştur. Bu tür haberler için “mahallin en büyük mülkiye âmirinden mezuniyet” alma şartı getirilirken, yasağın kapsamının genişletilmesi noktasında “memleket dâhil ve haricindeki intihar vakalarının” neşredilmesi de memnu kılınmıştır. Yasağın kapsamı noktasında bir diğer değişiklik de bu haberlerin basılmasına yönelik izin alınması durumunda ilgili kuruma intihar edenlerin “diğer resimlerinin basılmasını da menedebilme” yetkisi verilmiş ve yine, “yabancı bir memlekette çıkan gazetelerden iktibas suretiyle intihar vakalarının neşri için de” izin alma şartı getirilmiştir.

İlk bakışta intihar haberlerine yönelik böyle kapsamlı bir yasal düzenleme şaşırtıcı duruyor. Basın kanununun temelinde siyasetin haberdar olma aygıtları üzerindeki kontrol mekanizması olduğu bilinirse, bu şaşırtıcılık yerini iktidarın işleyiş biçimleri üzerine düşünmeye bırakabilir. Bu noktada iki soru sormak gerekiyor. Birincisi, iktidar ile intihar haberleri arasında nasıl bir ilişki vardır? İkincisi ise intihar vakalarına ilişkin böylesine bir yasağın başka örneklerine rastlamak mümkün müdür?

İkinci sorudan başlayalım. Mussolini dönemi İtalya’sına baktığımızda benzer bir sansürle karşılaşmak mümkün. Bu dönemde gerçek intihar vakaları bir tarafa, sinema ve roman gibi kurgusal örneklerde de intihar yasaklanan bir aktivitedir. Örneğin Avusturyalı yazar Joe Lederer’in Musik der Nacht (Gecenin Müziği) isimli kısa romanı intihar ile sona erdiğinden basılmasına izin verilmez. Bu yasak yazarın romanın sonunu yeniden yazmasının ve intihar vakasını çıkarmasının ardından kaldırılır. Elbette problemli olan sadece sonun intiharla bitmesi değildir. Agatha Christie’nin The Ten Little Niggers (On Küçük Zenci) adlı romanı da içinde geçen iki intihar vakası nedeniyle yasaklanır.

Farklı bir biçimde de olsa Nazi Almanyası ilginç bir örnek sunar. Üçüncü Reich Yahudi kamplarındaki intiharlar konusunda çok katıdır ve başarısız suikast girişimleri en katı cezalarla cezalandırmıştır. Yine toplama kamplarında elektrikli tellere ulaşarak intihar etmeye çalışanlar da bu eylemlerini gerçekleştiremeden Nazi subayları tarafından vurularak öldürülmüştür. Bu cezalandırma işlemi intihar edenden çok geri kalana böyle bir girişimde bulunmama mesajını iletmek üzere devreye sokulan bir stratejiydi. Bu yönüyle söz konusu yasak basında ve kurgusal metinlerde intihar vakasının neşredilmesine ilişkin yasağa önemli ölçüde benzemektedir. Amaç intiharın bir eylem biçimi olarak örnek alınmasının ve tekrar edilmesinin önüne geçmektir.

Peki, intiharın tekrar edilebilir olması ne anlama geliyor? Özellikle yasaklayan devleti intiharın tekrar edilebilir bir pratik olması neden bu kadar ilgilendiriyor. Yukarıdaki üç örnek farklı alanlardan olsa da, aslında üçü de iktidar için aynı anlama geliyor. Özellikle son örnek bunu açık şekilde ifşa ediyor. İktidarın beden üzerindeki mutlak tahakkümünden bir kaçış vardır ve intihar bu kaçışlardan biridir. Üstelik bu mutlak bir kaçıştır. İntihar fikrinin dolaşımdan çıkarılmasıyla sistemin birey üzerindeki mutlak kontrolü altından nihai ve mutlak çıkış yolu da kapatılmış olur.

Mutlak iktidarın bireyin üzerindeki sorgulanmaz tahakkümünü yaşam ve ölüm üzerindeki mutlak kontrole borçlu olduğunu biliyoruz. Hannah Arendt’in tabiriyle intiharın kamusal alanın dışına (yani bilindik olmaktan) çıkarılması mutlak iktidar biçimlerinin özgürlüğün son kalan ve kontrol edemeyeceği alanına ne şekilde müdahil olduklarını gösterir. Rejimden çıkışın imkansızlığı bu nihai seçeneğin kapatılmasıyla düğümlenir. Bu da yukarıda bahsedilen yasaklamaların neden böylesine ayrıntılı ve ince düşünülmüş olduklarını açıklıyor.

Son olarak Das Leben der Anderen filminde karakterlerden biri ülkede açıklanmayan tek istatistiğin “intihar” rakamları olduğunu söylüyordu. Tüm rakamları bilen devletin tam da bu noktada sessizliğe gömülmüş olması ona şaşırtıcı gelmişti. Fakat bu şaşkınlığın satır aralarında söylediği şey, devletin intihar rakamlarından bihaber olduğu değil, aksine ısrarlı bir şekilde intihar rakamlarını saklamasıydı. Ve sanırım intihar, beden için etrafındaki kuşatmadan kestirme bir çıkış kapısı değil, daha da önemlisi beden üzerinde mutlak bir tahakküm isteyen iktidarın çaresizliği.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.