Ortadoğu’da denge arayışı
- Kategori : Gazete Yazısı
- Yorum Yok
Radikal, 7 Ocak 2005
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün İsrail’e ziyareti, 2002’de AKP’nin iktidara gelmesinden bu yana en üst düzeyde yapılmış ziyaret niteliği taşıyor.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün İsrail’e ziyareti, 2002’de AKP’nin iktidara gelmesinden bu yana en üst düzeyde yapılmış ziyaret niteliği taşıyor. Gül’ün ziyaretinde amaçlananın her ne kadar ‘gerilen ilişkilerin’ düzeltilmesi olmadığı açıklansa da, aslında bu ziyaret Türk-İsrail ilişkilerinde gergin geçen iki yılın bir muhasebesi olma niteliği taşıdığı gibi söz konusu ilişkiler de yeni bir dönemin başlayacağına işaret ediyor.
Türkiye-İsrail ilişkilerinde son iki yıl, 1990’lardaki ‘sıcaklığından’ uzaklaşmış ve gergin bir düzlemde seyretmişti. Zira, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Hamas lideri Ahmed Yasin’in öldürülmesinin ardından İsrail’i Filistinlilere karşı ‘devlet terörü’ uygulamakla suçlaması ve İsrail’in Filistinlilere yönelik tavrının İspanya’daki Engizisyon döneminde Yahudilere yapılan eylemlere benzettiğini açıklaması, İsrailli yetkililerce ciddi bir tedirginlikle karşılanmıştı.
Retler dönemi
İsrail Başbakan Yardımcısı Ehud Olmert’in ilişkileri yeniden restore etmeyi amaçlayan Erdoğan’la görüşme talebinin gerekçe gösterilmeksizin reddedilmesi ve İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un aynı yöndeki talebinin de Erdoğan’ın yoğun gündemi öne sürülerek olumsuz yanıtlanması İsrail tarafındaki tedirginliği artırmıştı. Öte yandan, İsrail’de onarılan uçakların düşmesiyle birlikte İsrail’le askeri ilişkilerin sorgulanmaya başlanması ve Ankara’da İsrail’in Kuzey Irak’taki Kürt komandolara eğitim verdiği yönündeki söylentiler ikili ilişkilerdeki gerginliği had safhaya ulaştırmıştı. 2004’ün Eylül ayında Erdoğan’ın üst düzey danışmanlarının İsrail ziyareti gerilen ilişkilerde bir yumuşamayla sonuçlansa da, ilişkilerin yeni seyrini netleştirmemişti. Tam da bu noktada, Gül’ün ziyareti gelecekte Türk-İsrail ilişkilerinin ne yönde seyredeceğini belirleyecek olması dolayısıyla bir hayli önem arz ediyor.
Yeni dönemde İsrail-Türkiye ilişkilerinde son iki yılda daralan ölçeğin bir genişlemeye uğrayacağı muhakkak. Fakat, bu 90’lı yıllar boyunca olduğu gibi İsrail’le ilişkilerin Ortadoğu’daki Arap ülkelerine rağmen sürdürülmesi şeklinde değil, Arap ülkelerinin de onaylayabileceği bir ilişki olacaktır.
11 Ocak’ta tatbikat var
Arap ülkelerini karşısına alan bir ortak askeri tatbikatın tekrarlanmasından ziyade, yeni ilişkiler, 11 Ocak 2005’te gerçekleşecek olan ‘ortak arama ve kurtarma tatbikatı’nda olduğu gibi eski sürecin bir parçası olan ittifaklar (ki bu durum Arap cephesinde fazla bir tepki doğurmayacaktır) ve İsrail ve sorunlu olduğu Ortadoğu ülkeleri arasında arabuluculuk (Suriye örneğinde yaşanılabileceği gibi) merkezinde gelişecektir.
Zira, İsrail’le Arap ülkelerine rağmen bir ilişkinin geliştirilmesi, geçmiş dönemde olduğu gibi özellikle İran ve Suriye ile ilişkilerde gerginliğe sebep olacaktır ve Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ‘Doğu ve Batı arasın-da köprü olma’ bağlamında Suriye ve İran gibi Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerini geliştirme politikası göz önüne alındığında, bunun böyle olmayacağı rahatlıkla söylenebilir. Abdullah Gül’ün İsrail ve Filistin’e yönelik eşzamanlı seyahati de bu amacı taşımaktadır. Gül açıklamalarında, iki tarafla olan yakın ilişkileri kullanarak yeni bir barış girişimini başlatmakta etkin bir rol oynanmak istediğini açıkça vurgulayarak, Türkiye’nin barış sürecine katkıda bulunmak için tüm diplomasi yolları ve bütün gücünü kullanacağını ifade etti.
Arafat sonrası beklentiler
Arafat sonrası dönemde dünya kamuoyunda oluşan Filistin-İsrail sorununun çözülmesi gerektiğine yönelik olumlu hava özellikle Mahmud Abbas’ın Filistin liderliğine seçilmesiyle birlikte daha da artacak ve bu bağlamda 2005 yılı Filistin-İsrail barışının yeniden gündeme geldiği bir yıl olacaktır.
Türkiye’nin bu süreçte etkin olarak yer alması önemli bir prestij sağlayabileceği gibi, ‘yol haritasında’ öngörüldüğü üzere iki-devletli bir çözüme ulaşılması halinde Türkiye, Ortadoğu’daki etkinliğini artıracak ve 21. yüzyıla önemli bir bölgesel güç olarak girme fırsatını yakalayacaktır. Fakat, böyle bir barış sürecinde etkin olarak yer alma konusunda Türkiye’nin avantajları bulunduğu gibi dezavantajları da vardır. Türkiye’nin hem İsrail hem de Filistin tarafına yakın olması dolayısıyla bir avantaja sahip olduğu düşünülse de, aslında Türkiye’nin oynayacağı rolü oynayabilecek Ürdün ve Mısır’ı da göz ardı etmemek gerekir. Zira, iki ülke de sorunda etkin bir rol almak istemekte ve Abbas’ın ilk ziyaretlerini bu ülkelere düzenlemesi Filistin tarafının arabulucuk konusunda şimdilik Türkiye yerine Mısır ya da Ürdün’ü arkasına almak isteyeceğini düşündürmektedir.
AB faktörü
Fakat, Avrupa Birliği’yle birlikte hareket eden bir Türkiye, bu dezavantajı tolere edebilir. AB’nin de temel politikasının ‘iki-devletli çözüm’ olduğu düşünüldüğünde bu ortak tavır Türkiye’nin Ortadoğu ülkelerine yönelik politikasının aleyhine bir durum oluşturmayacaktır. Zaten, gerçekçi bir analiz Türkiye’nin tek başına böyle bir misyona soyunmasının bugünkü şartlar altında mümkün olmadığını kolayca ortaya koyabilir.
Türkiye’nin Suriye ve İsrail arasında arabulucu olma konusuna gelince, bu olasılık Filistin-İsrail arabuluculuğuna oranla daha muhtemel gözüküyor. Zira, Suriye tarafı özellikle Erdoğan’ın son ziyaretinden sonra bu konudaki tavrını netleştirmiş durumda. Gül, İsrail ziyaretinin başlangıcında yaptığı açıklamada Suriye’nin Türkiye’ye güvendiği gibi İsrail’in de güvendiğini umut ettiğini ve dolayısıyla bu durumda arabuluculuk yapılabileceğini ifade etti.
Nihayetinde, Suriye muhtemel bir barış süreciyle Golan Tepeleri’ni geri almayı ummakta ve bu sebeple Türkiye’nin arabuluculuğunda olsa dahi tüm barış girişimlerine olumlu bakmaktadır. Fakat, aynı şeyleri Golan Tepeleri’ni elinden çıkarmak istemeyen İsrail için söylemek mümkün değil ve İsrail’in Türkiye’nin olası arabuluculuğuna mesafeli durduğu kesin. İsrail, Türkiye’nin arabuluculuğu fikrine fazla sıcak bakmasa da, geçen yıl böyle bir arabulucuk teklifini geri çevirmesinin Türkiye’de tepkiyle karşılandığı ve bunun Türk-İsrail ilişkilerinin soğumasında etkili olduğu göz önüne alındığı takdirde, Türkiye ile ilişkilerini daha fazla germek istemeyen bir İsrail’in bu kez teklife ılımlı yaklaşma olasılığı bulunuyor. Bu noktada Türk tarafının pozisyonu önem kazanıyor ve Türkiye’nin Suriye ve İsrail arasında gerçekleşecek muhtemel barışın Filistin’in de dahil olduğu genel bir barış sürecinin parçası olması gerektiği düşüncesi gerçekçi olmanın yanı sıra önemli bir riski barındırmaktadır.
Böyle bir olasılık Suriye ve İsrail arasındaki barış olasılığını gelecekte tehlikeye atabileceği gibi daha başlangıçta İsrail tarafının bu teklifi geri çevirmesine de sebep olabilir. Filistin sorununun çözümüne özellikle yol haritası bağlamında sıcak bakmayan İsrail’in Filistin sorununa bağlanan bir Suriye-İsrail barışı teklifini reddetmesi bir hayli muhtemeldir. Diğer taraftan, Türkiye’nin arabuluculuğunun ABD’yi sürecin dışında bırakacak olması dolayısıyla bu durum Washington’da rahatsızlığa yol açacaktır. Zira, Washington bölgedeki inisiyatifinden vazgeçmek istemeyecektir.
Erdoğan sırada
Sonuç olarak, Gül’ün ziyareti bölgede yeni bir barış olasılığının ayak seslerinin duyulduğu bir döneme rastlaması dolayısıyla hayli kritik.
Gül bu ziyaretinden, İsrail’le yaşanan soğukluğu sona erdirerek ve Filistin tarafının güvenini kazanarak ayrılması halinde, Türkiye yeni dönemde şekillenecek Filistin-İsrail ve Suriye-İsrail barış süreçlerinde etkin bir rol alabilir. Erdoğan’ın, Gül’ün ardından bölgeye bir ziyaretinin düşünülüyor olması da bu anlamda manidar ve Türkiye’nin sorundaki etkinliğini artıracaktır. Mülteciler, Yahudi yerleşimleri, Kudüs’ün statüsü, güvenlik duvarı gibi aşılması güç problemler dolayısıyla Filistin-İsrail sorununun çözülebileceğine yönelik iyimserlik bir ‘abartı’dan öteye gitmese de, gelecek yıldaki barış çabalarında aktif olarak yer almanın Türkiye’nin dış politikadaki gücünü daha da artıracağı muhakkaktır.