aljazeera.com.tr, 29 Oca 2014
Dış politika dışarıya yönelik bir siyasi performans değildir. Aksine öznelliklerimizi birebir ilgilendiren öznellik kurucu politik bir faaliyettir. Diğer bir ifadeyle öznelliğimizin çıktısı olduğu kadar öznellik kurucu bir yönü de vardır ve bu yön dış politika analizlerinde çoğunlukla ıskalanan bir boyut olmuştur. Bu kısa kuramsal varsayımlardan sonra şöyle bir hipotez ileri sürüyorum. Gülen Cemaati ve AK Parti’nin farklı dış politik tercihleri her iki hareket için öznelliklerinin bir uzantısı olduğu kadar, söz konusu tercihler bu hareketleri kuran, hatta daha da önemlisi bu hareketlerin birbirlerini yeniden tanımlamasına imkân sağlayan söylemsel ve pratik zemini teşkil etmektedir. Bu hipotez iki sorunun cevaplandırılmasını kaçınılmaz kılıyor. Gülen Cemaati ve AK Parti’nin farklılaşan dış politik tercihleri nerelerde yuvalanıyor? Bu farklılaşan politik tercihler hangi aşamalardan geçerek taraflar için katı birer gerçekliğe dönüştüler?
İlk sorunun cevaplarını detaya girmeden kısaca vermek gerekirse ilk söylenmesi gereken Gülen Cemaati’nin Sünni bir dini hareket olmasının diğer birçok benzeri hareket gibi onu Şia üzerinden fark üreten bir harekete dönüştürdüğüdür. “Ali sevgisi değil, Ebu Bekir, Ömer düşmanlığıdır ayakta tutan onları” cümlesi[1] Gülen Cemaati’nin İran’a yönelik algısını karakterize eden bir alıntı olarak okunabilir. Yine Sünni bir geleneğin içinde olan AK Parti tabanı ve bazı aktörleri için Şia benzer bir işlev üstlense de, siyasal hareket olmanın getirdiği esneklik Şia karşıtlığını öznelliğin olmazsa olmazı olmaktan çıkarıyor ve daha kaygan bir zemine taşıyor. İkinci önemli farklılaşma ise Ahmet Davutoğlu’nun “merkez ülke” temelindeki dış politik performansları temelinde ortaya çıkıyor. Küresel güçlerle işbirliği içinde bir dış politika imkânı sunmak yerine bölgesel düzen içinde Türkiye’nin merkezi bir rol üstlenmesi şeklinde işleyen bu politik tercih İran’ı hiçbir zaman dışarıda bırakamayacağı gibi İran söz konusu olduğunda büyük güçleri karşısına alabilecek bir potansiyele sahip. Gülen Cemaati ise Orta Asya’dan Afrika’ya hatta Amerika’nın kendi içine kadar uzanan okulları ya da teknik bir ifadeyle materyal unsurları nedeniyle bu küresel güçleri karşısına alabilecek politik “maceralardan” beridir.
Yukarıda saydığım farkların yüzer geçer farklar olmaktan çıkıp katılaşarak Gülen Cemaati ve AK Parti arasında ötekileştiren bir kurucu unsura dönüşmesi İran’a yönelik ambargonun delinmesi ve Mavi Marmara olayı ile başladı. Her iki olay da AK Parti’nin etrafında şekillenen bir atmosfer içinde öznelliğini kuranlar için Gülen Cemaati’nin yeniden tanımlanması noktasında geriye dönük yapılan yeniden okumaların en temel referans noktalarını oluşturuyor. Gülen Cemaati liderinin Mavi Mara olayı ile ilgili olarak “İsrail’in onayı olmadan hareket etmek, otoriteye başkaldırıdır” şeklindeki ifadeleri[2] AK Parti tabanı için bu geriye dönük olarak başlayan yeniden tanımlama ve yeni kimlik/öznellik kurma sürecinde Gülen Cemaati’ni dışarıda bırakan (hatta ötekileştiren) en önemli referans oldu. Bu yeniden tanımlamayı ciddiye almamızı zorunlu kılan bir başka şey ve bence bir hayli de önemli olan gelişme bunun muhafazakâr/dinar kalabalığa bütünüyle sinen bir politik hikâye olması.
Bir başka geriye okuma referansları da İran konusunda. “İran: Tehdit mi, Fırsat mı?”, “İran ve Terör: Hasan Sabbah’tan Bugüne” başlıklı kitapların gözden geçirilmesi ve özellikle Zaman ve Today’s Zaman’da son birkaç yıldır çıkan İran’a ilişkin yorum ve analizler hatta 20 Aralık tarihli Kerim Balcı’nın Zaman’daki yazısı[3] İran’ın Gülen Cemaati nezdinde neye karşılık geldiğini net bir şekilde ortaya koyuyor. Fakat bu karşılık AK Parti’de benzer bir etki yaratmaktan ziyade, Gülen Cemaati’nin İran siyasetinin kendi politik tercihine hatta “merkez ülke” siyasetine itiraz olarak okunduğunu not etmek gerekiyor. 17 Aralık süreci ile birlikte Gülen Cemaati’nin İran konusundaki bu farklılaşan tutumunu Mavi Marmara ile bir araya getiren yeni ve güçlü bir dilin dolaşımda olması AK Parti tabanının gözünde Gülen Cemaati’ni küresel güçlerle işbirliği içinde olan, AK Parti’yi ise bu güçlere direnen yeni bir öznellik kalıbı etrafında donduruyor. Zaten hikâye geriye doğru olarak bir kez yeniden tanımlanmaya başlandı mı, tarihin devasa arşivinden yapılan seçme okumaların önünü almak mümkün değil.
Bugün hemen yanı başımızda yaşanan ve analizlerin düzenli bir şekilde tekrarlandığı, sağlamlaştırıldığı ve geriye dönük olarak yeniden kurulduğu bu dış politik hikâye, Gülen Cemaati ve AK Parti arasındaki kavga olmaktan çok, bu iki hareketi de yeniden kuran ve bu kurma sürecinde biz bireylere de yeni öznellikler veren bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla bir adım daha ileri gidip şunu da söylemek mümkündür: AK Parti ve Gülen Cemaati arasında yaşanan bu yeni öznellik kurucu hikâye sadece bu hareketlerin destekçileri ya da dindar/muhafazakâr kalabalık için geçerli değildir. Bunların dışında kalan ulusalcı, liberal, sol ya da milliyetçi ne varsa bu öznellik kurucu hikâyede payına düşeni fazlasıyla alıyor.[4] Bunu da bütün bu hikâyeye dair konuşmak zorunda olmalarından ve bu konuşma zorunluluğunun dayattığı tercihlerden devşirdikleri kesin. Diğer bir ifadeyle, “Cemaat-AKP devleti” kavramının kendini kaçınılmaz olarak yeniden tanımlanması gereken bir kavram olarak dayattığı bir süreç bütün yakıcılığıyla siyasal pozisyonları kuşatmış durumda.
Gülen Cemaati ve AK Parti birbirlerini bir kez katı birer öteki olarak kurduktan sonra bugün bildiğimiz siyasi gelişmeler çorap söküğü gibi gelmeye başladı. Fakat belirtmeden geçmeyelim, bütün bu hikâyede bir de kaybeden var. Tıpkı Ergenekon davasında olduğu gibi nasıl bombalar, lav silahları, ses kayıtları vs. öznellik kurucu algıları yönetememiş aksine bu algılar içinden geçerek anlam kazanmışsa bugün de aynı hikâye kendisini tekrarlıyor. Orada bir yerde duran ve bu ülkenin yeterince dokunulmamış alanlarının başında gelen yolsuzluk ne kadar “gerçek” olsa da, öznellik kurucu ideolojilerin ördüğü katı duvarı bertaraf etmek karşısında acizdir. Eh, bu durumda dönüp dolaşıp Slavoj Zizek’in Karl Marx’a ait ideoloji tanımına yönelik yaptığı küçük ama önemli oynamaya geri dönüyoruz. İnsanlar bilmedikleri için bir ideolojinin peşinde koşmuyorlar, aksine öznelliklerindeki kurucu rolü nedeniyle bilseler de ideoloji onların peşini bırakmıyor.
[1] Fethullah Gülen ile mülakat, “İran İslam’ı”, Yeni Yüzyıl, 24 Temmuz 1997
[2] “Fethullah Gülen: İsrail’den izin almalıydılar”, ntvmsnbc.com, 4 Haziran 2010
[3] Kerim Balcı, “‘Şah’ diyen Şah İsmail olmasın!”, Zaman, 20 Aralık 2013
[4] Örneğin bkz. Soner Yalçın, “Bu yazı Erdoğan’a ders olsun”, Sözcü, 19 Aralık 2013; Orhan Bursalı, “CHP ve Cemaat Anlaştı mı?”, Cumhuriyet, 30 Aralık 2013
Etiketler | AK PartiFethullah GülenİranİsrailZaman |
Değerli hocam yazınızı beğenerek okuduğumu söylemek isterim. Lakin iki konudaki istifhamımı müsadenizle paylaşmak istiyorum.
1. Sünni tandanslı Ak Parti ve Gülen grubunun klasik Şii karşıtlığında, siyasi olmanın getirdiği esneklik ile Ak Partinin ayrışıyor olması öznelliğin kuruculuğuna siyasi olmanın getirdiği bir istisna mıdır?
2. Cemaatin küresel metaryallerinin bölgeyi de kapsıyor olması(cemaatin kurumları bildiğim kadarıyla hem de çok yoğun balkanların tamamı ,Azarbeycan,Gürcistan,Tunus,Mısır, Irak ve bazı Körfez ülkelerini içeriyor olması) Ak Parti’nin merkez ülke perspektifi ile cemaate zıt düştüğü (yada tersi) hipotezi içinde bir tenakuzu barındırıyor olması.
Teşekkür ediyor başarılar diliyorum hocam selam ve saygı ile…