Bülent Aras ve Emirhan Yorulmazlar, Middle East Policy dergisinin Kış 2014 sayısına “Arap Baharı Sonrası Türkiye ve İran: Orta Yolu Bulmak” başlıklı bir makale yazdılar. Arap Baharı sonrası Ortadoğu ikliminde Türkiye ve İran’ın çok sayıda meydan okuma ve tehditle karşı karşıya kaldıklarını ileri süren Aras ve Yorulmazlar, her iki ülkenin de politikalarını yeniden düşünüp ona göre hareket etmeleri gerektiğini öneriyor (s. 113). Dolayısıyla, her iki ülke için reelpolitik’e bir dönüş olması gerektiğini ve bunun bir tercih değil gereklilik olduğunu savunuyorlar (s. 113). Bölgedeki temel siyasi dinamiklerin nasıl ve neler tarafından şekillendiği noktasında ise şu noktaların altını çiziyorlar;
- Arap Baharı bölgeye yeni bir düzen getirmeksizin eski düzeni bütünüyle tahrip etti (s. 113).
- Ulus temelli kimlikler geçerliliğini yitirdi ve yerini daha parçalı yeni mezhepçi ve kabile kimliklerine bıraktı (s. 113)
- Batıcılık, Arap Birliği, milliyetçilik gibi ideolojiler geçerliliğini yitirdi İslamcılık yükselişe geçti (s. 113)
- Ekonomik hoşnutsuzluk rejimlerin meşruluğunu hızla tahrip eden bir dinamik üretti (s. 113)
- Avrupa başta olmak üzere büyük güçler bölgede istikrar için çaba gösterecek zemini kaybettiler (s. 114)
Böylesi bir tasvirden hareketle, bölgede sadece Türkiye ve İran’ın öncülüğü üstlenecek bir iç siyasal istikrara sahip olduklarını iler süren Aras ve Yorulmazlar, bu iki ülkenin inisiyatif almaması durumunda Ortadoğu’da istikrar ve güvenliğin ulaşılamaz olacağı sonucuna varıyor (s. 114). Fakat bu sonuca rağmen, yazarlar iki ülkenin ortak hareket etmesindeki zorlukları da kabul ediyorlar.
Türkiye’nin iyi niyetli (bölgesel barış ve istikrar sağlama) amacına rağmen, bölgedeki dinamiklerin buna imkân vermediğini ileri sürüyorlar. Dinamiklerin Türkiye’yi Mısır’da S. Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile, Irak ve Suriye’de İran’la karşı karşıya getirdiğine üstelik İsrail ile de sorunun çözülemediğine ve ABD ve Rusya ile de işbirliğinin sarsıntıya girdiğine işaret ediyorlar (s. 115).
Fakat İran’a ilişkin analiz yaptıkları kısımda yazarlar İran için Türkiye’ye olduğu kadar karamsar bir tablo çizmiyor. Arap Baharı İran’ın uzun süredir bölgedeki Batı-yanlısı rejimlere karşı savaşıyoruz propagandasını bitirmiş tespitini yapıyorlar (s. 118) ama bu İran için büyük bir kayıp da değil. Nitekim 1990’lardan beridir İran söylemini önemli ölçüde bu dinamiğin üzerine yaslamıyor. IŞİD’in ortaya çıkması ve sınırların daha da parçalı hale gelmesi gibi dinamiklerin İran’ı zorladığını da iler sürüyorlar (s. 117-9).
İran için geçerli olan son iki negatif gelişmenin Türkiye için de benzer tehlikeyi taşıdığından hareketle Aras ve Yorulmazlar tam da bu noktanın iki ülkeyi bir orta yol bulmaya zorladığını söylüyor. Sonuçta, Irak ve Suriye’nin bölünmesi hem Türkiye hem de İran için bu konjonktürde yıkıcı bir etkiye sahip olacaktır (s. 119). Fakat bu orta yol bulma çabasına rağmen yazarlar satır arasında Türkiye’ye bir çıkış yolu da öneriyorlar. Örneğin, Ortadoğu’daki ülkeler İran-Arabistan düşmanlığı arasında ezilirken Türkiye ile olmak bir alternatif çıkış sağlayabilir ve bu da Türkiye’nin işine gelir (s. 116).
Bu son noktayı bir kenara bırakarak makalenin son bıraktığı yerden yani Irak ve Suriye’deki çatışmanın hem Türkiye hem de İran için yıkıcı olduğu tespiti üzerinden eleştirimi geliştirmek istiyorum. IŞİD İran ve Türkiye için aynı ölçüde tehdit mi? Ya da IŞİD tehdidi sanıldığı gibi İran ve Türkiye arasında ortak bir zeminin aracı olabilir mi?
Bölgenin dinamiklerinden hareketle Türkiye ve İran arasında yapılacak bir karşılaştırma bu soruya kolay evet denilemeyeceğini gösteriyor. Sırasıyla şu noktaları gözden çıkarmamak gerekiyor;
- İran nükleer politikasına uluslararası baskılardan ziyade Irak ve Suriye’deki krizin önceliği nedeniyle ara vermiş olabilir
- Bu önceliğin getirisi açık bir şekilde ortada ve Tahran yönetimi Irak ve Suriye krizlerinde ABD’yi “yanına” çekebilmiş ve her iki ülkedeki güç geçişini kontrol etme noktasında ABD gibi bir gücü karşısına almamayı başarmıştır.
- Daha da önemlisi İran her iki kriz bölgesinde (Irak ve Suriye) askeri olarak sahadadır ve bunu etkin bir şekilde sürdürmektedir.
- İran gerek Suriye gerekse Irak’ta en organize güçler olan rejimlerle yakın bir ilişkiye sahiptir
- Mısır ve diğer bölge sorunları sayesinde bu iki ülkedeki en önemli rakibi olan Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri nezdindeki imajı ve gücü önemli ölçüde sarsıntıya uğramıştır.
- İran Ortadoğu’da giriştiği mücadeleyi kendi iç siyasetinde meşrulaştıracak bir dinamiğe de (Şii dava) sahiptir. Tam da bu nedenle Suriye ve Irak’ta İran askerlerinin bulunması içeride bir toplumsal hoşnutsuzluk üretmiyor. Hatta bunların çatışmalarda hayatını kaybetmesi kamuoyunu harekete geçirmiyor.
- İran’ın toplumsal olarak fazlasıyla bölünmemiş yapısı sahadaki askerlerin rejim için bir meşruiyet krizine dönüşmesini engelliyor.
- İran üzerinde İran ve Suriye’ye yönelik izlediği politikadan dolayı güçlü bir uluslararası kamuoyu baskısı yok
İran’ın avantajına olan daha çok sayıda nedenden bahsedilebilir. Fakat yukarıdaki 8 dinamik Türkiye söz konusu olduğunda negatif sonuçları olan dinamikler. Dolayısıyla IŞİD’in varlığı İran için yıkıcı sonuçlar üretmekten ziyade bölgede politik manevrasını genişletmesine olanak ve meşruluk sağlayan bir dinamik işlevi görüyor. Diğer bir ifadeyle İran gayet reelpolitik davranıyor. İran’ın bu “avantajlı” durumu değişmediği sürece Tahran ve Ankara arasında bölgedeki güvenlik ve istikrar noktasında işbirliğinin bir reelpolitik zorunluluk olduğunu söylemek kolay değildir. Sahaya askeri olarak giremeyen, bölgesel bir güç dengesi oluşturamayan ve büyük güçlerden birini yanına çekemeyen Türkiye, İran’ın manevra kabiliyetini sınırlama noktasında yetersizdir.
Bu dengesizliği Türkiye lehinde değiştirebilecek en önemli dinamik büyük güçlerden birinin Türkiye yanında inisiyatif almasıdır. Aslında Aras ve Yorulmazlar bunun farkında ve sık sık “Batı Türkiye’nin öneminin farkına varmalı” (s. 116 ve 117) ifadesini kullanıyorlar. Fakat Mısır ve Suriye gibi iki örnek bunun kısa ve orta vadede imkânlı olmadığını da gösteriyor.
Kritik soru şu; Ortadoğu’da bugünkü konjonktürde ittifaklar neye karşı kuruluyor: güç, tehdit ya da çıkar? Gelişmeler İran’ı öne çıkarırsa bir güç dengesine şahit olabiliriz belki ama mevcut durumda tehdit (IŞİD) de bir işbirliği için açıklayıcı değil. Zira IŞİD bölgedeki aktörler için üzerinde hemfikir olunacak bir tehdit gibi gözükmüyor.
Sonuçta “liberal iyimserlik” (bölgenin refah ve istikrarı için işbirliği) işbirliği yapması gerektiği düşünülen aktörler arasındaki asimetriyi görmemizi engellememeli.