Gezi aslında hiç olmadı…
- Kategori : Gazete Yazısı
- Yorum Yok
Zaman, 15 Aralık 2013
20 Kasım 2013’te Sakarya Üniversitesi’nde “Kriz Kritik Konferansları” bağlamında geçtiğimiz yaz aylarında yaşanan Gezi olaylarını tartıştık.
Türkiye’nin önde gelen sosyal bilimcilerinin bir araya geldiği ve kalabalık bir katılıma sahne olan konferans boyunca en dikkat çeken şey, ne dinleyicilerin ne de konuşmacıların yaşananlara dair sorularının olmamasıydı. Diğer bir ifadeyle, büyük bir söz alma yarışına sahne olan konferans boyunca konuşmacılara yöneltilen Gezi’ye ilişkin sorular yok denecek kadar azdı. Neden böyle olduğuna dair bütün yazı boyunca iddia edeceğim şeyi hemen söyleyeyim; politik yakıcılığını olanca yoğunluğuyla hissettiğimiz bir konunun tartışılması tam da öznelliklerimiz o konu tarafından yeniden kurulduğu için sorudan ziyade yorumlar etrafında döner.
Yukarıdaki olgu önemlidir ve daha detaylı bir analizi hak ediyor. Konferans boyunca gözlemleme imkânına sahip olduğum bir başka şey yani Gezi’yi adlandırma konusunda yaşanan çeşitlilik, konuyu anlama noktasında önemli bir başlangıç noktası teşkil ediyor. ‘Gezi kalkışması’, ‘Gezi direnişi’, ‘Gezi protestosu’, ‘Gezi darbesi’, ‘Gezi devrimi’, ‘Gezi isyanı’ gibi çeşitli adlandırmalar, konuşmacılar arasında olduğu gibi dinleyiciler arasında da özenle ve bilinçli olarak seçilen farklı adlandırmalardı. Hemen söyleyeyim; ben bu adlandırmalar yerine ‘Gezi olayı’ demeyi tercih ediyorum. Bunun en önemli nedeni, olayın (event) sonradan tanımlanmaya açık “boş bir şey” imkânı sunmasıdır. Diğer bir ifadeyle, diğer adlandırmalara kıyasla ‘Gezi olayı’ kavramı bunun sonradan yeniden tanımlamaya açık bir şey olduğunu bize söylediği için değerlidir ve üzerinde durulmayı hak ediyor.
Tam bu noktada “Gezi aslında hiç olmadı” denilebilir. Bunu Jean Baudrillard’ın Körfez Savaşı ile ilgili olarak kullandığı “Körfez Savaşı aslında hiç olmadı” anlamında kullanmıyorum. Ona göre, Körfez Savaşı diye bildiğimiz şey aslında CNN Televizyonu üzerinden şahit olduğumuz bir simülasyondu. Körfez Savaşı’nın kendisinden ziyade öyle bir şey olduğunu biliyor olmamızın bize nasıl bir politik ahlak verdiğine odaklanmak Baudrillard’ın temel derdiydi. Aynı şeyi Watergate için de söylemiş, onun skandal olmadığını ileri sürerek, Watergate’i bir skandal olarak biliyor olmamızın bize neyi dayattığı meselesinin daha önemli olduğunu söylemişti. Gezi’yi Twitter ve Facebook üzerinden biliyor olmamızın Baudrillard’ın simülasyonunu hatırlatan bir yönü elbette var, ama meselem bu değil.
Meselem, Jacques Lacan’ın “la femme n’existe pas” (kadın yoktur) ifadesinde olduğu gibi Gezi’nin de üzerine bir çizgi iliştirmekle çözülebilir: Gezi aslında hiç olmadı. “La femme n’existe pas” ifadesinin Türkçeye “kadın yoktur” şeklinde değil de, “belirlenebilir bir kendilik olarak kadın yoktur” olarak çevrilmesine imkân sağlayan söz konusu çizgi tam da bu ifade ettiği şey nedeniyle önemlidir. O halde buraya kadar söylemeye çalıştığım şeyi net bir cümleye dökebilirim: belirlenebilir bir kendilik olarak Gezi yoktur, Gezi ancak analizin devreye girmesiyle bir “şey” halini alır. Hakikate yani Gezi diye bildiğimiz şey ne ise ona simgesel yerini ve anlamını veren anlamlandırıcı çerçeveyi üreten analizin kendisidir. Analizden önce Gezi yoktur, dolayısıyla kendiliğinden tanımlanabilir ve anlamı orada bir yerde duran Gezi aslında hiç olmamıştır.
Peki bu noktayı bilmek ne anlama geliyor? Yani “Gezi aslında hiç olmadı” dediğimizde artık neye dair konuşmamız gerekiyor? Gezi’ye dair içinde bulunduğumuz andan geriye doğru yapılan analiz/yorum iktidar ilişkilerinden bağımsız değil ve bu analiz/yorumlar farklı politik blokların iktidar ilişkilerinde işgal ettikleri pozisyonlara göre dile getirilir, marjinalleştirilir ve yeniden dile getirilirler. Bütün bu dile getirmeler sayesinde biz de yeni öznellikler kazanırız. Fakat burada ıskalanmaması gereken önemli bir ayrıntı var; o da, bu analizler/yorumlar temelinde yapılan dile getirmeler bizim de dahil olduğumuz daha geniş bir konuşma alanında gerçekleşir ve tek başına bir merkezin üretimi değildir.
Analizin düzenli bir şekilde tekrarlandığı, sağlamlaştırıldığı, geriye dönük olarak yeniden kurulduğu bu hikâyede hegemon olan blok devlet aygıtlarını elinde tutma avantajına sahip olsa da, iktidar ilişkileri içinde kendisine muhalif bir pozisyon bulan bloklar için de benzer bir hikâye söz konusudur. Yazının hemen başında bahsettiğim konuya geri dönüp tam da bu nedenle yani hepimizin bir parçası olduğu analizin içinden geçtiğimiz için, sorularımız değil Gezi’ye dair tanımlanmış belirli saptamalarımız vardır diyebilirim. Gezi’yi analizlerimizle bugünden geriye doğru olmak üzere sürekli kurduğumuz ve yeniden kurduğumuz, üstelik bunu da kendi özneleşme sürecimizin bir kaçınılmazlığı olarak yaptığımız için saptamalar bütün konuşma alanımızı işgal etmektedir.