Aşağıdaki yazı Haziran 2010’da Türkiye-İsrail ilişkileri konusunda yapılan karalamalardan oluşmaktadır.
1990’larda büyük ölçüde hükümetlerin kontrolünden çıkıp asker ve bürokrasinin bir stratejisine dönüşen ilişkiler AKP dönemiyle birlikte sivil/politik alanın bir stratejisine dönüşmüştür. Bu yazıda söz konusu argümanı temel alarak 1990’larda çok iyi düzeyde olan Türkiye-İsrail ilişkilerin nasıl olup ta 2000’li yıllarda hızlı bir şekilde kötüye gittiğini açıklamaya çalışacağım. Bu bağlamda kullanacağım temel kavram olan “güvenlikleştirme” (securitization) ifadesini kısaca açıklamakta fayda var. Güvenlikleştirme, basitçe, güvenlik adına olağan üstü önlemleri almayı mümkün kılan aşırı bir politikleştirme biçimidir. Yani bir olguyu bir güvenlik meselesine dönüştürerek o bağlamda uygulanacak politikanın meşru bir zemine oturtulması diğer bir ifadeyle normalleştirilmesidir.
1990’lar Türk-İsrail ilişkilerine baktığımızda bu konudaki metinlerin üzerinde hem fikir olduğu temel argüman şu şekildedir. 1990’lı yıllar boyunca ordu, “kuvvetli bir biçimde İsrail ile yakın ilişkileri savunmuş ve bu konuda güçlü bir lobi olarak faaliyet göstermişken”, dışişleri bakanlığı bürokrasisi de ciddi bir şekilde dış politikada etkin olduğunu bu süreçte “açığa” vurmuştur. Ordu ve sivil bürokrasinin ilişkilerdeki bu ayrıcalıklı pozisyonunun temel nedeni olarak da bu kurumların “İsrail ile ilişkileri ülkedeki laik sistemi korumaya yönelik bir politika olarak” algılaması gösterilmiştir. O halde sorulması gereken temel soru asker ve sivil bürokrasinin Türkiye-İsrail ilişkilerini bu dönemde (1990’larda) nasıl domine ettikleridir.
“Güvenlikleştirme” kavramı tam da bu noktada devreye girmektedir. Asker ve sivil bürokrasi iki farklı güvenlikleştirme stratejisi uygulayarak İsrail ile yapılan birçok askeri ve ekonomik anlaşma ile çeşitli ortak askeri tatbikatları meşru zemine oturtmuş yani normalleştirmiştir. Birincisi 1990’larda “iki buçuk savaş stratejisi” kavramıyla özetlendiği üzere dışarıda Suriye, İran ve Yunanistan, içeride ise PKK tarafından tehdit altında tutulan Türkiye’nin bu tehdidi yani güvenlik problemini savuşturmak için bir yardımcıya ihtiyacı vardı. Şubat 1996’da İsrail ile imzalanan “Askeri İşbirliği ve Eğitim Antlaşması”nın ardından dönemin basınındaki bir ifade bu durumu net bir şekilde ortaya koyar: “Ankara, yanına Ortadoğu’nun en güçlü devletini alarak Atina ve Şam’a karşı büyük bir koz” elde etmiştir.
İsrail ile ilişkileri normalleştiren ikinci güvenlikleştirme stratejisi ise İslamcı akımların yükselmesi ile devletin laik kimliğinin tehdit altına girdiği söylemi olmuştur. Dönemin basınına yakından bakıldığında şu ifadelerle sıklıkla karşılaşılabilir: “İsrail ‘Türkiye’yi Ortadoğu’daki aşırı İslami akımlara karşı korumakta’ kararlı olduğunu belirtiyor. Türkiye de, Müslüman ve laik bir ülke olarak, bölgede İsrail’in Arap dünyası karşısında yalnızlığını gideriyor.” Yine bir başka örnek, İsrail ile ittifakın kaynağını “Arap olmama ve demokratik-laik yönetimi benimseme ortak paydasının verdiği başkalık duygusundan aldığını” savunmuştur. Nitekim dönemin etkin isimlerinden Çevik Bir, daha sonra kaleme aldığı bir makalede “ordunun Türkiye’nin İslam’a dönüşü karşısında sessiz kalmayacağını ve Türk İsrail askeri ilişkilerine zarar verilmesine müsaade etmeyeceğini Erbakan’a” açıkça gösterdiğini belirtecektir.
Bütün bu güvenlikleştirme siyaseti 1990’larda Türkiye-İsrail ilişkilerinde sivil alanı bir aktör olmaktan çıkararak bütünüyle söz konusu ilişkileri asker ve sivil bürokrasinin kontrolüne devretmiştir. Örneğin, dönemin Milli Savunma Bakanı Oltan Sungurlu 1996’daki anlaşmanın imzalanmasının ardından anlaşmayla ilgili olarak “Anlaşmanın gizlilik derecesini bilmiyorum… Zaten anlaşmanın içeriğinden de habersizim” diyebilmiştir. Yine Mayıs 1997’de Refah Partisi açık bir şekilde dış politika sürecinden dışlandığını dile getirmiş ve Türkiye-İsrail-ABD ortak askeri tatbikatı konusunda “ordunun hükümeti devre dışı bıraktığını” açıklamıştır. Sivil politik alanın söz konusu ilişkilerden dışlandığını en net şekilde ortaya koyan cümle ise Çevik Bir’in İsrail gezisi sırasında dile getirdiği “hükümetler şapka gibidir, gelirler giderler. Kalıcı olan devlettir” ifadeleri olmuştur.
2000’lere gelindiğinde “güvenlikleştirme” stratejileri büyük ölçüde değişmiş ve sivil politik alan Türkiye-İsrail ilişkilerinde tedrici bir şekilde artan oranda dominant olmaya başlamıştır. İlk olarak mevcut güvenlikleştirmelerin altının oyulması (desecuritization) şeklinde işleyen bir süreç 1990’ların sonu ile birlikte güçlü bir şekilde uygulamaya girmiştir. Dışişleri Eski Bakanı İsmail Cem’in “bölge odaklı dış politika” yaklaşımı ve daha sonra AKP döneminin “komşularla sıfır problem” yaklaşımı bölge ülkelerine yönelik güvenlik merkezli bakışı söylem düzleminde alt üst etmiştir. Nitekim İsmail Cem’in yaklaşımı askeri çevreden tepki çekmiş ve ordu bu yeni açılımların Türkiye’nin İsrail ile olan ilişkilerini bozabileceğini belirtmiştir. Yine Refah Partisi’nin kapatılması ve 1999 seçimlerinde halefi olan partinin oy kaybı yaşaması radikal İslam’ın yükselişi şeklindeki bir güvenlikleştirme siyasetine ilişkin zemini zayıflatmıştır.
Bir taraftan mevcut güvenlikleştirmelerin altının oyulması şeklinde yaşanan süreç diğer taraftan İsrail’in güvenlikleştirilmesi yani bir güvenlik problemine dönüştürülmesi ile kol kola gitmiştir. Birincisi asker ve sivil bürokrasinin elinden İsrail ile ilişkileri geliştirme gerekçesini alırken, ikincisi söz konusu ilişkiyi sorunsallaştırmıştır. Söylemsel düzlemde İsrail’in güvenlikleştirilmesini mümkün kılan ve sivil alanı devreye sokan en önemli parametre kuşkusuz Eylül 2000’de başlayan İkinci İntifada olmuştur. Örneğin Cengiz Çandar bu olayların ardından “Türkiye, tüm bölge halklarının öfkesine muhatap olmaya başlayan bir saldırgan ‘askeri cihaz’ın, bir numaralı ‘askeri ortağı’ olma ayıbına da katlanamaz” ifadelerini kullanabilmiştir.
Nisan 2002’de İsrail’in Batı Şeria’yı işgalinin ardından yaşananlar İsrail’in güvenlikleştirilmesinin nasıl askeri alanı politikanın dışına çıkarırken sivil alana yer açtığını net bir şekilde göstermiştir. Söylemsel düzlemde İsrail’in işgal altındaki toprakları işgal ettiği bir sırada dönemin Başbakanı Bülent Ecevit Ariel Şaron yönetimini “Filistin halkına dünyanın gözü önünde soykırım” uygulamakla suçlamıştır. Ecevit’in bu ifadeleri aynı tarihlerde İsrail’le yapılan anlaşmaların tartışmaya açılması ile birlikte düşünüldüğünde daha anlamlıdır. 8 Mart 2002 tarihinde yapılan Savunma Sanayi İcra Komitesi toplantısında Ecevit’in “İsrail’in Filistin ile gerginlik yaşadığı bir dönemde İsrail’e böyle bir işin verilmesi konusundaki kaygısına rağmen… acil, yeni nesil tank gereksimi” paralelinde ihalenin İsrail’e verilmesi askerin hala dış politik tercihlerde etkin olduğunu gösterse de, olayın basına yansıması ve daha sonrasında gelen eleştiriler askerin manevra alanının ne kadar daraldığını göstermesi noktasında önemlidir. Dönemin Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, bu projenin imzalanmasını Filistin’in işgali “çözülene kadar askıya almanın yararlı olduğunu” belirtmiştir ve neden böylesi bir dönemde bu anlaşmanın imzalandığını sormuştur. Bu dilin basındaki karşılığını ise “İsrail ile bu anlaşmayı imzalamak şart mıydı?” ifadesinde bulmuştur.
Daha sonra Başbakan Tayip Erdoğan’ın 2004 yılında İsrail’i “devlet terörü” uygulamakla suçlaması ve Gazze’deki askeri operasyonları “devlet destekli terörizm” olarak tanımlaması İsrail’e yönelik güvenlikleştirme siyasetinin uzantıları olmuştur. Fakat asker ve sivil bürokrasi ile politik alanın karşı karşıya geldiği en önemli olay Şubat 2006’da Hamas’ın Ankara ziyareti olmuştur. Ziyaretin özellikle ordu ve dışişleri bürokrasisinin mesafeli yaklaşımına rağmen gerçekleşmiş olması sivil politik alanın Türkiye-İsrail ilişkilerinde politika üretme noktasındaki etkinliğini göstermesi açısından önemlidir. Ziyaretin tartışılmaya başlanmasından itibaren Dışişleri bürokrasisi “Hamas’ın ziyareti söz konusu değil” temelinde açıklamalarda bulunurken, ziyaretin gerçekleşmesinin ardından yapılan açıklamada da üst düzey bir yetkili “Bakanlığımızdan bir davet yok. Hamas başka kanallar üzerinden gelmiş olabilir” ifadesini kullanmıştır. Dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt da konuya ilişkin daha sonra yaptığı açıklamada “Siyasi konularda konuşmak istemiyorum. Ancak Hamas bir terör örgütüdür” ifadelerini kullanırken yorum yapmaktan kaçınma sebebi olarak da “bir asker olarak çok konuştuğu” şeklinde eleştiri almasını göstermiştir. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Haziran 2006’da İsrail’e yaptığı gezi sırasında “Hamas temsilcilerini devlet davet etmedi, Siyasi parti davet etti” ifadelerini kullanması Türk-İsrail ilişkilerinde “devlet”in belirleyiciliğinin sivil politik alana geçmesinden duyulan rahatsızlığı açık bir şekilde ortaya koymuştur.
2000’li yıllar boyunca devam eden İsrail’in güvenlikleştirilmesi süreci asker ve sivil bürokrasinin ilişkilerdeki etkinliği büyük ölçüde sivil politik alana bırakmasına neden olmuştur. Bunun en açık göstergesi ise Ekim 2009’da o tarihe kadar düzenli olarak yapılan Anadolu Kartalı Tatbikatı’ndan uluslararası katılımın iptal edilmesi yoluyla İsrail’in çıkarılmasıdır. Türkiye-İsrail ilişkileri konusunda uzman olan bir akademisyenin belirttiği gibi, “İsrail’in tatbikat dışı bırakılması, ilişkilerin [askeri] boyutunun siyasi boyutundan ayrılamayacak duruma geldiğini göstermesi açısından önemlidir.” Yine bir başka yazarın da belirttiği gibi, bu olay “Türkiye’de asker-sivil dengelerinin artan biçimde siyasi otorite lehine döndüğünün” göstergesi olarak alınabilir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “bölgede yeni gerilimlerin ortaya çıkması halinde, askeri tatbikatları yine iptal ederiz” şeklindeki açıklaması İsrail ile ilişkilerde sivil politik alanın etkinliğini göstermektedir.
Sonuç olarak Türkiye’nin 2010’lu yıllara Türkiye-İsrail ilişkilerinde asker ve sivil bürokrasinin etkinliğini kaybettiği koşullar altında girdiği söylenebilir. İHH yardım gemisine yapılan saldırı 2010’lu yıllarda işleyişte olması muhtemel söyleme dair bazı ipuçları vermektedir. Bu saldırı İsrail’e yönelik güvenlikleştirme siyasetinin nihai noktasını temsil edecek olması açısından önemlidir ve İsrail’le girişilecek olan başta askeri işbirliği olmak üzere birçok ilişkinin altını oyabilecek bir söylemsel araç sağlayacaktır. Fakat bu güvenlikleştirme sürecinin her güvenlikleştirme gibi önemli tehlikeleri de beraberinde getirebileceğini görmek gerekir. Türkiye-İsrail ilişkilerinde askerin yerini sivil politik alanın alması bağlamında söz konusu güvenlikleştirme önemli bir işlev üstlenmiş olsa da, İsrail’in sivil politik alan tarafından “mutlak dışlanışı” şeklinde işleyecek bir süreçten de kaçınmak gerekiyor.