Ayraç, Sayı 30, Nisan 2012, ss. 27-28
Başlıkta geçen üç kelimeyi bir arada okumak başlangıçta garip gelse de, 1930’lar Türkiye’sinin matbuat kanununu okuyan hemen herkes kendisini bu üç mefhum üzerinde düşünmek zorunda hissediyor. 1931 tarihli Matbuat Kanunu’nun 38. Maddesi “intihar vakalarını mahallinin en büyük zabıta memurundan mezuniyet almaksızın neşretmeyi” yasaklamıştı. Haberin yapılması konusunda izin alınsa dahi, haberin “neşri halinde intihar edenlerin ve intihara teşebbüs eyleyenlerin resimlerinin” basılması kesin bir şekilde sınırlandırılıyordu. Bu kanuna aykırı davrananlar ise aynı maddeye göre, “bir haftadan bir seneye kadar hapis ve yirmi beş liradan iki yüz liraya kadar para cezasına mahkûm” edildikleri gibi, hükümet tarafından teklif edilen ve 23. Madde olarak geçen maddenin önceki halinde “intihara teşebbüs edenlerin isimlerinin” dahi basılması yasaklanmıştı.
Matbuat Kanunu’nda 1938 yılında yapılan kapsamlı düzenlemeden intihar haberlerinin neşrine ilişkin madde de nasibini almış, ilk önemli değişiklik izin alınması gereken kurum noktasında olmuştur. Bu tür haberler için “mahallin en büyük mülkiye âmirinden mezuniyet” alma şartı getirilirken, yasağın kapsamının genişletilmesi noktasında “memleket dâhil ve haricindeki intihar vakalarının” neşredilmesi de memnu kılınmıştır. Yasağın kapsamı noktasında bir diğer değişiklik de bu haberlerin basılmasına yönelik izin alınması durumunda ilgili kuruma intihar edenlerin “diğer resimlerinin basılmasını da menedebilme” yetkisi verilmiş ve yine, “yabancı bir memlekette çıkan gazetelerden iktibas suretiyle intihar vakalarının neşri için de” izin alma şartı getirilmiştir.
İlk bakışta intihar haberlerine yönelik böylesine kapsamlı bir yasal düzenleme şaşırtıcı duruyor. Fakat basın kanunlarının temelinde siyasetin haberdar olma aygıtları üzerindeki kontrol mekanizmaları olduğu bilinirse, bu şaşırtıcılık yerini iktidarın işleyiş biçimleri üzerine düşünmeye bırakabilir. Bu noktada iki soru sormak gerekiyor. Birincisi, iktidar ile intihar haberleri arasında nasıl bir ilişki vardır? İkincisi ise intihar vakalarına ilişkin böylesine bir yasağın başka örneklerine rastlamak mümkün müdür? Hemen belirtmeliyim ki, bu sorulardan ikincisine belli bir cevap aramak nasıl bir iktidar biçimi ile karşı karşıya olduğumuz noktasında bize önemli bir çıkış noktası sağlayacağından ilk soruya verilecek cevapları da kolaylaştırır. Bu nedenle ikinci sorudan başlayalım.
İlk göze çarpan örnek Mussolini dönemi İtalya’sında yaşanan benzer sansür vakalarıdır. Bu dönemde gerçek intihar vakaları bir tarafa (ki bunların medyada yayımlanması Eylül 1932 itibariyle yasaktı), sinema ve roman gibi kurgusal örneklerde de intihar yasaklanan bir eylem biçimi olmuştur. Örneğin Avusturyalı yazar Joe Lederer’in Musik der Nacht (Gecenin Müziği) isimli kısa romanı intihar ile sona erdiğinden basılmasına izin verilmez. Bu yasak yazarın romanın sonunu yeniden yazmasının ve intihar vakasını çıkarmasının ardından kaldırılır. Elbette problemli olan sadece sonun intiharla bitmesi değildir. Agatha Christie’nin The Ten Little Niggers (On Küçük Zenci) adlı romanı da içinde geçen iki intihar vakası nedeniyle yasaklanır. İtalya bu konuda yalnız değildir ve 1930’lar Rusya’sı da benzer bir görüntü sunar. Bu dönemde intihar haberlere ve kamusal tartışmalara konu olmaktan tuhaf bir şekilde uzaklaşır.
Farklı bir biçimde de olsa Nazi Almanyası ilginç bir örnekle karşımıza çıkar. Üçüncü Reich Yahudi kamplarındaki intiharlar konusunda çok katıdır ve başarısız suikast girişimleri en katı cezalarla cezalandırmıştır. Yine toplama kamplarında elektrikli tellere ulaşarak intihar etmeye çalışanlar da bu eylemlerini gerçekleştiremeden Nazi subayları tarafından vurularak öldürülmüştür. Elbette Nazi subaylarının derdi intihar eden değildi ve bu cezalandırma işlemi intihar eden kişiden çok geride kalanlara böyle bir girişimde bulunmama mesajını iletmek üzere devreye sokulan bir stratejiydi. Bu yönüyle söz konusu yasak basında ve kurgusal metinlerde intihar vakasının neşredilmesine ilişkin yasağa önemli ölçüde benzemektedir. Amaç intiharın bir eylem biçimi olarak örnek alınmasının ve tekrar edilmesinin önüne geçmektir.
Peki, intiharın tekrar edilebilir olması ne anlama geliyor? Özellikle intihara ilişkin haberleri yasaklayan devleti/rejimi intiharın tekrar edilebilir bir pratik olması neden bu kadar ilgilendiriyor. Yukarıdaki üç örnek farklı alanlardan olsa da, aslında üçü de iktidar için aynı anlama geliyor. Bu bağlamda birinci ve en kestirme cevap, intihar haberlerinin rejimin imajına zarar veriyor oluşudur. Bu durumda ya haberler verilmez (İtalya ve Rusya’da olduğu gibi), ya da ilgili haberlerde intihar kıskançlık ve aşk gibi duygular üzerine temellendirilir (1930’ların Nazi Almanya’sında olduğu gibi). Fakat özellikle son örnek dikkate alındığında (yani rejimden rahatsız olmaları hiçbir anlam ifade etmeyen kitlenin intihar etmesinin yasaklanması) bu cevap tek başına yeterli gözükmüyor. Bu nedenle intihar eyleminin bilinebilirliğine dair kapsamlı yasaklamaya ikinci bir cevap gerekiyor.
Mutlak, totaliter iktidarın bireyin üzerindeki sorgulanmaz tahakkümünü yaşam ve ölüm üzerindeki “mutlak” kontrolüne borçlu olduğunu biliyoruz. Fakat bu iktidarın beden üzerindeki mutlak tahakkümünden bir kaçış vardır ve intihar da bu kaçışlardan biridir. Üstelik bu hiçbir şekilde geri döndürülemeyecek olan mutlak bir kaçıştır. Dolayısıyla, intihar fikrinin dolaşımdan çıkarılmasıyla sistemin birey üzerindeki mutlak kontrolü altından nihai ve mutlak çıkış yolu da kapatılmış olur. Hannah Arendt’in tabiriyle intiharın kamusal alanın dışına (yani bilindik olmaktan) çıkarılması mutlak iktidar biçimlerinin özgürlüğün son kalan ve kontrol edemeyeceği alanına ne şekilde müdahil olduklarını gösterir. Rejimden çıkışın imkânsızlığı bu nihai seçeneğin kapatılmasıyla düğümlenir. Bu da yukarıda bahsedilen yasaklamaların neden böylesine ayrıntılı ve ince düşünülmüş olduklarını açıklıyor.
Son bir örnek daha vermek gerekirse, Das Leben der Anderen filminde karakterlerden biri ülkede açıklanmayan tek istatistiğin “intihar” rakamları olduğunu söylüyordu. Tüm rakamları bilen devletin tam da bu noktada sessizliğe gömülmüş olması ona şaşırtıcı gelmişti. Fakat bu şaşkınlığın satır aralarında söylediği şey, devletin intihar rakamlarından bihaber olduğu değil, aksine ısrarlı bir şekilde intihar rakamlarını saklamasıydı. Elbette iktidar bu hasıraltı etmenin, görünür alanın dışına çıkarmanın intiharları önlemeyeceğinin farkındaydı ve aslında yaptığı şey intihar karşısındaki aczini saklamaktan başka bir şey değildi. Ve sanırım intihar, aslında beden için etrafındaki kuşatmadan kestirme bir çıkış kapısı değil, daha da önemlisi beden üzerinde mutlak bir tahakküm isteyen totaliter iktidarın iflah olmaz çaresizliğiydi.
Etiketler | CHPFaşizmİntiharİtalyaMatbuat Kanunu |