2013 Nevruz’u ve Yeni Türkiye
- Kategori : Gazete Yazısı
- Yorum Yok
Star, Açık Görüş, 31 Mart 2013 (Burhanettin Duran ile)
Kürt hareketinin yeni dili ile AK Parti’nin medeniyet dili, bölünme korkusunu aşmaktan öte bölgesel bir düzen kurma iddiasının özgüvenini de yansıtmaktadır.
Abdullah Öcalan’ın 2013 Nevruz’unda Diyarbakır meydanında PKK’nın silahları susturmasına ilişkin yaptığı çağrı Türkiye siyasetinin seyri üzerinde yeniden düşünmeyi gerekli kılmaktadır. Bu yeniden düşünme bir anlamda Ak Parti’nin ilk on yıllık dönemindeki üç siyasal/ideolojik bloğun (Ulusalcı laikler, “post-İslamcılar” ve Kürt siyasal hareketi) mücadelesini yeniden değerlendirme fırsatı tanımaktadır. Mektubun yakın bir okuması söz konusu üç siyasal blok arasındaki mücadelede söylem kayması yaşandığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Diğer bir deyişle, Ak Parti’nin temsil ettiği medeniyet söyleminin hegemonik bir mahiyet kazanmaya başladığını düşündürmektedir. Bu yazı yukarıda bahsedilen üçlü siyasal bloğun Türkiye siyasetinin temel dinamiğini oluşturduğu varsayımından yola çıkarak Öcalan’ın kullandığı medeniyet söylemini ve bu söylemin Kürtler arasında nasıl bir karşılık bulabileceğini analiz etmeyi amaçlamaktadır.
Türkiye siyasetinin son on yılının değerlendirmesi üç siyasal/ideolojik bloğun mücadelesine odaklanmak zorundadır. Geçen on yıllık süre boyunca ulusalcı laikler, “post-İslamcılar” ve kimlikçi Kürtlerden oluşan üçlü bir siyasal blok Türkiye siyasetinin temel dinamiği olmuştur. Bu üç farklı siyaset biçimi hem politik alanı şekillendirmiş ve hem de Türkiye’deki iktidar ilişkilerindeki temel mevzileri temsil etmişlerdir.
Üç iktidar bloku…
Her üç iktidar bloğu hâkim bir dil geliştiren, kendisini bu dil üzerinden farklılaştıran ve hatta temsil ettiği kalabalıklara bir anlam/meşruiyet zemini sağlayan bir özelliğe sahip olmuştur. Başlangıçta iktidar mücadelesinde devletin aygıtlarını yanına alan ulusalcı laikler avantajlı bir konumda iken, post-İslamcılar zamanla ulusalcı laiklere ayrıcalıklı pozisyon sağlayan siyasal zemini temizlediler. Diğer bir ifadeyle Ak Parti hükümette olduğu süre boyunca özellikle de 2008 sonrası dönemde ulusalcı laik bloğun devlet içinde kendisini ayrıcalıklı kılan kurumsal dayanaklarını büyük ölçüde ortadan kaldırmış gözükmektedir. Üç blok arasındaki iktidar mücadelesinde post-İslamcıların ayrıcalıklı bir pozisyonu ele geçirmesi diğer blokların tavrında önemli kaymalar getirmiş ve paradoksal bir şekilde ulusalcı laikler ile Kürt siyasal hareketini yakınlaştırmıştır. Kimlikçi Kürtler gittikçe kök salan ve her iktidar çatışmasından gücünü restore ederek çıkan post-İslamcıları kendisine karşı mücadele edilecek temel hedef olarak tanımlamış ve bu yeniden tanımlama ulusalcı laikler ile kimlikçi Kürtleri belirli bir süre için yakınlaştırmıştır.
Ak Parti’nin iktidar bloğu olarak sağladığı başarıyı tahkim etme ve ülkeyi yeniden yapılandırma arzusu ulus-devlet ile hesaplaşmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Diğer bir ifadeyle Ak Parti, Türkiye siyasetinde ideolojik/söylemsel normallik sağlayan yapı ulus-devlet olduğu sürece (ve bununla hesaplaşmadan) kendi hegemonyasını kuramayacağının farkındadır. Hegemonyanın devlet aygıtlarının kontrolünden ibaret olmadığı aynı zamanda söylemsel hâkimiyeti de içeren bir şey olduğu hatırlanırsa Kemalizm’in söylem temelindeki normalleştirici zemininin başka bir şeyle ikame edilmesi gerekmektedir. Bu da ulus devlet anlayışının medeniyet fikriyle yer değiştirmesidir.
İmralı sürecine paralel olarak Kürt milliyetçiliği medeniyet söylemi ile etkileşim halinde yeni bir dönüşüme girmektedir. Bu laikçi ve sol söylemlerin Kürt milliyetçiliğindeki baskın karakterinin silikleşmeye başlaması olarak okunabilir.
Kurumlar bu yeni söylemsel formun içine dâhil edilmediği, eski hâkim söylemin içinde kaldığı sürece Ak Parti’nin post-İslamcılığı tamamlanmamış olacaktır. Diğer bir ifadeyle Ak Parti Kemalizm’i ve onun ideolojik formunu verdiği devleti restore etmek (çöküşten kurtarmak) dışında başka işlevi olmayan siyasal bir hareket olarak ömrünü tamamlayabilecekti. Dolayısıyla AK Parti kendisini gerçekleştirmenin ve hegemonyasını tamamlayabilmenin yolunun kurumların kontrolünden değil devlete yeni ideolojik form vermekten ve yeni bir kuşatıcı siyasal dil üretmekten geçtiğinin farkındadır.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Ak Parti’nin 4. Olağan Büyük Kongresi’nde 30 Eylül 2012 tarihinde yaptığı konuşmayla medeniyet söylemi üzerinden bu dili nasıl kurduğu hatırlanabilir. Gerek medeniyet söylemi gerekse 2023/2071 vizyonları Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun geleceğine ilişkin yeni bir siyasi dil ve ortak bir üst kimliği icat etme arayışını yansıtmıştır. Erdoğan’ın medeniyet söyleminde Türkiye’ye “yeni bir medeniyet şuurunun” oluşmasında “öncü bir rol” biçilmektedir. Farklı katmanlarıyla milli, bölgesel ve evrensel bir muhtevanın iç içe geçtiği medeniyet söylemi Ak Parti’nin güçlendirdiği elit gruplara ve kendi tabanına özgüven, dava hissi ve dinamizm aşılayan bir fonksiyon üstlenmiştir. Bu söylem Kemalizm’in baskıcı politikalarının sorunlarını aşmak ve Türkiye’yi yeni bir restorasyon hamlesine sokmak iddiasındadır. Erdoğan’ın konuşmalarındaki Selçuklu vurgusu Kürtleri Türklerle birlikte düşünen “büyük millet” anlatısının bir parçası olarak temayüz etmiştir. Buna göre, bu yeni “büyük millet” dünyadaki seçkin yerini tarihteki bir arada yaşama tecrübesine ve ortak kaderi paylaşma ülküsüne dayanarak yeniden kazanacaktır.
Medeniyet söyleminin yükselişi
Bu noktada kritik olan şey ulus devlet konusunda özellikle son 30 yıllık süreçte en radikal tavrı geliştiren kimlikçi Kürtlerin taleplerinin yeni söylemin içine nasıl dâhil edildiği ve onları ikna edip edemeyeceğidir. Öcalan’ın mektubunun bu bağlamda analiz edilmesi bu soruya ışık tutacaktır.
Öcalan’ın mektubundaki “kardeş toplulukların oluşturduğu büyük medeniyet” ve “bin yıla yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşam” (kardeşlik ve dayanışma hukuku) vurguları “yeni bir Türkiye” ve “yeni bir Ortadoğu’nun” kurulmakta olduğu iddialarını sahiplenmesi ile birlikte ele alındığında dikkat çekici bir olgudan bahsedilebilir. Bu olgu Kürt hareketinin yeni dili ile AK Parti’nin medeniyet dili arasında ciddi paralelliklerin olduğudur. Bu yeni olgu hızla kendisine bir karşılık bulmuş ve medyada Öcalan’ın uzlaşma ümidiyle “çözümü din kardeşliğinde” bularak “İslamcı cereyana gül uzattığı” yorumları yapılmıştır. Üstelik bu mektupla PKK’nın yeni bir paradigmatik dönüşümden geçerek “Türkiye’yi ve bölgeyi Ak Parti’nin geliştirdiği yeni siyasal perspektifle uyumlu” bir şekilde okumaya başladığı öne sürülmüştür. Bu da Kürtlerin “siyasi enerjisinin Türkiye’nin stratejik aklına eklemlendiği yeni ve güzel bir dönemin başlangıcı” olarak selamlanmıştır.
Öcalan’ın mektubunun içeriğine genel olarak bakıldığında, silahların susması ve siyasetin zamanının geldiği tespitinin yanı sıra, üç temanın öne çıktığı söylenebilir:
a-Kemalist modernist paradigmanın asimilasyoncu politikalarının iflas ettiği
b-Batılı sömürgeci devletlerin Ortadoğu’da kurduğu bölgesel düzenin yıkılmakta olduğu ve
c-Yeni Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun medeniyet söylemine dayalı ve demokratik bir yeni modeli üretmesi gerektiği.
Türkler ve Kürtlerin Çanakkale’deki birlikteliğine ve TBMM’nin kurucu ruhuna atıf yapan Öcalan’ın dili Türkiye’nin önemli bir kısmının üzerinde anlaşabileceği bir medeniyet söyleminin imkânlarına başvurmaktadır. Türkiye’de muhalif her kesimin Cumhuriyetin başında “kurucu bir unsur” olduğunu ama sonradan dışlandığını vurgularken sahiplendiği “Birinci Meclis ruhu”, yeni bir sözleşme isteğinin de ana meşrulaştırıcısıdır. Türkiye’nin ve bölgenin yeniden inşasına çağıran bu mektupta yer alan Batı eleştirisi de bu sözleşme isteğinin bir diğer haklılık açıklamasıdır. Öcalan’ın demokrasi vurgusu medeniyet söyleminin muğlak karakterinin birlikteliğe işaret eden duygusal unsurların yanı sıra daha fazla demokrasi ile doldurulmasını istemektedir.
Bu mektubun kullandığı kavramsal çerçeve ‘Yeni Türkiye’nin siyaset dilinin hem Ak Parti ve hem de Kürt milliyetçi eliti tarafından medeniyet söylemi üzerinden kurulduğunu göstermektedir. Coğrafyanın (dağlar ve şehirler vurgusu ile) ve kardeş toplulukların birlikteliği üzerinden geçmişi yeni bir “biz” kurmak için kullanan bu siyasal dil Başbakan Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun konuşmalarını çağrıştırmıştır. Batılı sömürgeciler tarafından Ortadoğu’da kurulan ulus devletlerin suni sınırlarını sorunsallaştıran ve bölgesel bütünleşme temelinde yeni bir bölgesel düzen tahayyülünü seslendiren bu söylem yeni bir ortak paradigmanın oluştuğunu düşündürmektedir.
Öcalan’ın milliyetçi dilinde sosyalizm ile İslam’ın özgürleştirici yanlarını bağdaştıran söylem yeni değil kuşkusuz. Ancak bunun kardeşlik hukukuna vurgu yaparak tüm Türkiye’yi kuşatacak bir medeniyet söylemi içine yerleştirilmesi ve bunun Ak Parti’nin Cumhuriyetin 100. Yılı için tasarladığı “büyük restorasyon” (Ahmet Davutoğlu’nun Diyarbakır’daki konuşmasındaki ifadesiyle) hedefiyle ve bölgesel düzen kurma (“Skyes Picot’un getirdiği bariyerleri kaldırma”) iddiasıyla birleşmesi yeni bir şey. Dolayısıyla, Kemalist milliyetçiliğe tepki yönü ağır basan Kürt milliyetçiliği onu yeniden üretmekten vazgeçerek yeni bir dönüşüme girmektedir.
Medeniyet söyleminin Öcalan’ın mektubunda tekrarlanan parçaları zihinlerde bir dizi önemli soruyu canlandırmaktadır:
Yeni bir sözleşme mümkün mü?
Bu söylem Öcalan’ın kendisini siyasal aktöre çevirme hamlesinin pragmatik bir yansıması mıdır? Sürecin başarısızlığı durumunda terkedilecek dönemsel bir söylem midir? Yoksa Murat Karayılan’ın söylediği gibi Öcalan’ın PKK için ürettiği yeni bir ideolojik çerçeve midir? Bu yeni ideolojik çerçeve sayesinde Kürt milliyetçilerinin kendi versiyonlarıyla yeni Türkiye’nin medeniyet söylemine katılması mı gerçekleşmektedir? Medeniyet söylemi PKK’nın özerklik talebinden vazgeçerek Kürt sorununun çözümünde demokratikleşmeyi (yerel yönetimlerin güçlendirilmesi dahil) yeterli bulduğu bir vasatı mı üretecektir? Yoksa bu söylem orta ve uzun vadede Türkiye’nin federal bir yeniden yapılanmasının kapılarını mı aralayacaktır? Bu dil, Öcalan tarafından yeniden üretilen haliyle bile, sosyalizmin ve milliyetçiliğin dünyasında kavrulmuş Kürt elitlerini ikna edebilir mi?
Bu soruları cevaplarını bulabilmek için vakit henüz erken. Ancak şurası gittikçe netleşmektedir ki, İmralı sürecine paralel olarak Kürt milliyetçiliği medeniyet söylemi ile etkileşime girerek yeni bir dönüşüme girmektedir. Bu laikçi ve sol söylemlerin Kürt milliyetçiliğindeki baskın karakterinin silikleşmeye başlaması olarak okunabilir. Buna ek olarak Türkiye siyasetindeki iktidar bloklarından ikisinin, post-İslamcıların ve Kürt siyasi hareketinin medeniyet söylemi etrafında yakınlaşmasına işaret etmektedir. Bu yakınlaşma Türkiye’nin siyasal alanı yeniden yapılandıracak bir sözleşmeye dönüşmesi Kürtlerin yanı sıra laik ulusalcıların ve liberallerin de dâhil edilmesini gerektirmektedir.
Medeniyet söyleminin Kemalist ulusalcı ve liberal kesimlerde farklı şekillerde eleştirildiği bilinmektedir. Ak Parti’nin yeni Türkiye idealini, Büyük Ortadoğu Projesinin “Ilımlı İslam” modeli olarak reddeden ulusalcı kesimler Öcalan’ın çağrısını da bu projenin bir adım daha ileri gitmesi olarak görmektedirler. Liberal yazarlar ise İslam kardeşliği vurgusunun Yeni-Osmanlıcı çağrışımlarından ve otoriterleşme getirme ihtimalinden yakınmaktadır. Devlet Bahçeli’nin Bursa mitinginde “Öl de ölelim vur de vuralım” noktasına gelen Türk milliyetçilerinin de medeniyet uzlaşında nereye konumlandırılacağı ciddi bir sorun olarak bir kenarda durmaktadır. Üstelik yaşanan sürecin bir süredir iktidar ilişkileri bağlamında yüzer-geçer bir konumda bulunan Türk milliyetçiliğinin dördüncü bir blok olarak denkleme dâhil olma olasılığı da söz konusudur.
‘Demokratik İslamizm’
Kürt milliyetçilerinin ve solcularının da yaşam tarzı ve düşünce dünyası olarak kendilerini, Ak Parti’den ziyade, Kemalistlere daha yakın hissettikleri söylenebilir. PKK’nın laikliğin ve Kürtlerin İslamcılığa savrulmamasının teminatı olduğunu vurgulama ihtiyacı hisseden Aysel Tuğluk medeniyet söyleminin İslam boyutu ile Kürtleri ikna sınırlarını göstermektedir. Üstelik Hasan Cemal’in yaptığı röportajda Murat Karayılan’ın işaret ettiği “biz savaşmaya geldik. On yıldır savaşıyoruz. Sonuç alma noktasına geldik. Şimdi ‘durun’ diyorsunuz” ifadelerini kullanan Kürt milliyetçilerini ikna etmek de kolay olmayacaktır. Ancak Şivan Perwer’in Ilımlı İslam’ın (“demokratik İslamizm”) en iyi Türkiye’de gerçekleşebileceğini olumlayan açıklaması ise bu söylemin ikna etkisinin hiç de yabana atılamayacağını düşündürmektedir.
Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Kürtleri entegre etmekte başarılı olamayan Kemalist siyaset dilinin yerini almakta olan medeniyet söylemi toplumsal barışı temin edecek bir zorunluluğu karşılamaktadır: Güven tesisi ve bir arada yaşamanın yeni dili. Bu yeni dil bölünme korkusunu aşmaktan öte bölgesel bir düzen kurma iddiasının özgüvenini de yansıtmaktadır. Karayılan’ın da Türkiye’de kalıcı bir birlikteliğin imkânını konuşurken Avrupa halklarının kendi aralarından sınırları kaldırmasını Ortadoğu’ya örnek olarak vermesi bu özgüvene işaret etmektedir. Kürtlerin de bu özgüveni paylaşması durumunda medeniyet söyleminin hegemonik bir mahiyet alması söz konusu olabilir.